4 Ocak 2011 Salı

Özgürlük Senfonisinin Aksak Ritimleri ve Öteki “Es”ler

Bir sanat eserinin, imgenin temsil etmeye çalıştığı kavramla ilişkili hale gelmesi için o sanat eserini yaratan sanatçının bahsi geçen kavramla nasıl bir ilişki kurduğu önem kazanır. Sanatçının kavramla ilgili ne düşündüğü, duygularının coşkusu ya da yoğunluğu, inancı, hayatını yaşayış biçimi, özetle sanatçının varoluşu eserin şekillenmesinde etkili olur. Sözgelimi “barış” kavramı denince ilk akla gelen imgelerden biri olan güvercin, Picasso tarafından yaratılmıştır. Picasso’nun çizdiği ilk resim bir güvercinin resmidir. Kendini çizgilerle özgürce ifade etmeyi bir güvercini kâğıda taşıyarak öğrenmiştir. Üyesi olduğu Komünist Parti barışı simgeleyecek bir afiş çizmesini istediğinde de ilk aklına gelen bir güvercin olmuştur. Bembeyaz kanatlarıyla gökyüzüne doğru gidebilecekken ayakları üzerinde durmayı seçen bir güvercin… Picasso barış kavramı ve bu kavramı simgelemek için yarattığı imgeyi o kadar içselleştirmiştir ki bir çocuğunun ismi İspanyolca güvercin anlamına gelen Paloma’dır.

Bir senfoni yazacaksanız ve bu senfoninin özgürlük kavramıyla birlikte anılmasını istiyorsanız öncelikle özgürlük kavramıyla ilgili duygularınızı, düşüncelerinizi, yaşam biçiminizi, inancınızı, coşkunuzu, deneyimlerinizi gözden geçirmelisiniz. Özgürlük diyecekseniz bütün varoluşunuzla özgürlüğü yaşıyor olmalısınız. Ama önce özgürlüğü doğru tanımlamalısınız.

Türkiye’de bir senfoni yazılıyor; “Özgürlük Senfonisi”. Senfoni biraz farklı!  Özgürlük kavramı insana huzur verir, gerilimi azaltır, ahenkli sesleri güçlendirir, bu senfoni ise küfürleri, kavgaları, biber gazlarını, pis kokuları güçlendiriyor. "Özgürlük mücadelesini hazmedemeyenler bu mücadeleyi verenlere muhtaçtır" diyerek kendini bir özgürlük mücadelecisi olarak tanımlayan senfoninin şefi RTE’nin yaşam biçimi, inançları, duyguları, düşünceleri senfoninin seslerini şekillendiriyor. Bu senfoniyi dinleyenler olarak şef RTE’nin özgürlük tanımına ve bu tanımın senfoniye yansımalarına hep birlikte bir göz atalım.

“Özgürlüğün tanımında yumurta atmak varsa bilemem”. Şefimize göre özgürlüğün tanımında yumurta atmak yok. Onun tanımında kuzu gibi melemek var. Coplamak, üniversitelere sivil polisler yerleştirmek, üniversitelere giriş çıkışları denetlemek, gösteri yapan gençleri cezalandırmak, onları okuldan atmak, uzaklaştırmak, öğretim görevlilerinden komisyonlar kurarak öğrencileri onlara yargılatmak, rektörleri işten atmak, anne karnında çocuk tekmelemek sonra “gelmeseydi o…..” demek, omlet yapmak, eğitim alırken para ödemek, her ilkokuldaki bir öğretmeni polisle işbirliği yapmakla görevlendirmek özgürlük, cop yedikten sonra yumurta atmak; Faşizm. Şefimize göre “Faşizm” tanımı yumurta atmakla başlıyor, çocuk öldürmekle değil!

            Şefimize bir Ecnebi gazeteci soruyor; “İstanbul havaalanında ziyaretçileri her türlü içkinin bulunduğu duty-free karşılıyor, ancak Alanya’da bir sahilde erkeklerle kadınlar ayrı yerlerden denize giriyor! Ne dersiniz?”. Şefimiz cevap veriyor; “Havaalanına geldiğinizde gördüğünüz, özgürlüğün güzel bir ifadesi. Alanya hakkında söylediğinizi ilk kez duyuyorum. Ancak doğruysa bu da özgürlüğün güzel bir örneği. Bu otelin sahibi ve misafirleri, saygı duymamız gereken bir haktan istifade ediyor”. Senfoninin özgürlük tanımına biraz daha yaklaşıyoruz. Havaalanlarındaki duty-free yani vergisiz alkol alışverişi ve ille de Erkeklerle kadınların ayrı ayrı denize girebilmesi… Bu ülkenin erkek ve kadınları, maalesef,  onlarca yıldır yan yana denize girme baskısı altında yaşamışlardır. Bu senfoni ise bize bu baskının kırılması gerektiğini hatırlatıyor; Yaşasın karşı cinslerin olmadığı plajlar… Parası olmadığı için 5 yıldızlı otellerle, yalılarla, çift şeritli yollarla kapatılan plajlara gitme şansı olmayanlar, hiç deniz görmemişler sevinebilirsiniz; plajlara özgürlük geldi. Otel sahibi ilk sevinme sırası sende; sende özgürlükten yararlanıyorsun! Kolay mı? SİT alanı ilan edilen yere otel yapmak. Her ülkede bu kadar özgür olamazsınız, değerini bilin…

            "Basın özgürlüğü sınırsız mıdır? Bunun da bir sınırı vardır basın mensupları bu sınırı geçerse yargı devreye girer". Şefimiz özgürlük tartışmasına basını ele alarak devam ediyor. Bütün dünyayı sarsan sızıntıları yayınlamak şerefsizlik, dayak yiyen çocukları tekrar tekrar göstermek provakotörlük, havyan karikatürü çizmek teröristlik, muhalif sesleri yayınlamak bölücülük, hükümettekilerin ailelerinin ticari ilişkilerini yani özel hayatlarını kurcalamak terbiyesizlik, “bu ordu bize lazım olabilir, yerle bir etmeyelim” diye yazmak darbecilik… Köşe yazarlarını işten attırmak, diğer medya gruplarına vergi cezası kesmek, bir televizyon kanalını eşe dosta satmak, ana muhalefet(!) partisinin başkanına dansöz, ağzı bozuk demek, ulusa seslenişleri canlı yayınlamak, zorda bırakacak soruları sormamak, seçim konuşmalarında yandaşlara daha fazla süre ayırmak, HES’lerle ilgili belgesel yapıp zarar gören tarihi değerlerden ve çevreden bahsetmemek, ülkenin her karışının satıldığını hem de satılırken zarar edildiğini söylememek, dayak yiyenlere kızmak, orduyu karalamak, bilgi vermek yerine yandaş yorum yapmak, evet demek, hayır dememek… Son sayılanları yapmakta özgür olan basın sınırı aşarsa yargı devreye giriyor. Yargının devreye girmesi ile birlikte şefimizin yargı özgürlüğü ile ilgili görüşlerini duyma vakti geliyor. Senfoninin özgürlük tanımına giderek yaklaşıyoruz… Şefimizin dediği gibi “köşe yazarları ne kadar az yazarlarsa o ülkede o kadar özgürlük olur!”.

Senfoninin en inişli çıkışlı, en karışık yerlerinden birine geldik şimdi. Bütün enstrümanların ses çıkarttığı, bağlamanın sustuğu, diğer enstrümanların sesinin kısıldığı, müziğin Battaglia’ya dönüştüğü, “ney”in solo yaptığı, yaylılar – telliler – vurmalılar gibi ötekileştirmeler üzerinden özgürlük tanımının vurgulandığı senfoninin doruk noktalarından biri… “Yargı artık birilerinin arka bahçesi olmayacak, ne Anayasa Mahkemesi ne de Danıştay, değerli kardeşlerim ne de Yargıtay. Bütün buralar artık tamamıyla milletin arka bahçesi olacak. Millet güvenecek.” diyor şefimiz. Bakınız “Eğerli” kardeşlerim; Şefimiz ve çalışma arkadaşları; Türkiye-Suriye arasındaki 510 km.lik sınırdaki kara mayınlarının temizlenmesi işini ve bu işin karşılığı olarak da bu sınır etrafındaki 650.000 dönüm toprağı 49 yıllığına hiç bedel ödemeden, organik tarım yapması için 4 Haziran 2009 günkü TBMM oturumunda sadece 255 AKP’li milletvekilinin oyu ile İsrail’e verdi. Van-Minit dedi Danıştay ve anlaşmayı iptal etti. Danıştay bebelerimizin organik domates yemesinin önüne geçiyor. “23–24 kez bir müdürü görevden aldık, onlar iade etti”. Şefimiz hukuka uygun olsun ya da olmasın hükümetin istediği kişiyi görevden almasının özgürlük olduğuna inanıyor ve Danıştay’la Yargıtay’ın görevden alma özgürlüğüne vurduğu darbeye işaret ediyor. Devlet küçülecek, özel sektör büyüyecek. Özel sektör büyüdükçe biz bu alanlardan çekileceğiz. Yeter ki ülkede kuvvetler ayrılığı ilkesi konusunda erkler üzerine düşeni yapsın" diyerek yargının,  halkın mal varlıklarının zarar edilerek pülütokratlara satılma özgürlüğüne vurduğu darbeye işaret ediyor. İşkence davalarının onlarca yıl sürüyor olmasına, suçu ispatlanmadığı halde onlarca yıl tutuklu yargılananların hak kaybına neden olan yargının yavaş işliyor olmasına kızan sayın şefimiz özelleştirmelerin de bu yavaşlıktan etkilenmesinin önüne geçecek olan geçici yasa çalışmalarını yargı özgürlüğü olarak görüyor.  Torba yasa tasarısının 93. maddesi; “Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla özelleştirme işlemleri tamamlanarak devir işlemleri sonuçlandırılan ve devralan tarafından özelleştirme öncesi duruma dönülmesine imkân vermeyecek şekilde devredilen kuruluş için üretim amaçlı yatırım ve buna bağlı ticari, mali ve hukuki tasarruflarda bulunulmuş olanlara ilişkin; mahkemelerce verilen iptal ve yürütmeyi durdurma kararlarıyla ilgili olarak idarece herhangi bir işlem tesis edilemez, bu konuda açılan davalardan feragat edilir.” Bu madde sonucunda özelleştirmesi yargıya takılan kurumlar özgürce satılabilecek, memleket satılabilecek… Yaşasın bağımsız, özgür ve hızlı yargı…
Sıra geliyor tam tamları kim çalacak tartışmasına. “Özgürlüğün hatırlanabilmesi için özgürlüğün karşısında yer alan düşünceleri hatırlatacak seslere ihtiyaç var, yoksa insanlar özgürlüğün değerini nasıl anlayabilirler!” diye düşünen şefimiz RTE; bu karşıtlığın en iyi vurmalı çalgılarla sağlanabileceğini düşünüyor. Şu ana kadar bu topraklarda bestelenmiş senfonilerde yer alan trampetlerin yerine Osmanlı motiflerini andıracak davulları polis korosu üyelerine çaldırmanın arkasında yatan ana fikir özgürlük olgusuna vurgu yapmaktır. Şefimiz senfoninin bir yerinde, artık emekliliğini hak etmiş olan Hasan Mutlucan’a türkü söylettirmek istemiyor. Onun yerine ileri demokrasileri simgeleyen “polis korosunun coplarla yaptığı ritim şova” süre ayırmak istiyor. Trampet çalan eski paşalara saz arkadaşlarına özel bir tesis yaptırılmasına ön ayak olan şefimiz Silivri’de çalışmalarını sürdüren Ergenekon Filarmoni Orkestrasının yerini almaya hazırlanan polis bandosunun balosuna katıldığı sırada pasta kesmekten ne kadar keyif aldığını aşağıdaki fotoğrafta görebilirsiniz.

Ananızı da alıp gitme özgürlüğü
Güzel ölme özgürlüğü
Her telefonu olanı dinleme özgürlüğü
Ölümlere alışma özgürlüğü
İşsiz kalıp evde oturma özgürlüğü
Dünyanın en pahalı benzinini kullanan ülke olarak bir kere daha bir alanda birinci olma özgürlüğü
Gelir dağılımında alttakilerle yukarıdakiler arasında ciddi bir fark olması özgürlüğü
Bir’de kazansan 1 000 000 000 000 000 000 000 kazansan aynı oranda vergi verme özgürlüğü
Cezai bir yaptırımı olmadan televizyonlarda yalan söyleyebilme özgürlüğü
Füze kalkanının “düğmesi” olma özgürlüğü
ABD başkanının Şefinizin kafasını okşamasından gururlanma özgürlüğü
Cemaatlere katılma özgürlüğü
Dini özgürlük
Kopya çekme özgürlüğü
Yakma-yakılma özgürlüğü
Dedelerden talimat almama özgürlüğü
3 çocuk yapma özgürlüğü
3. köprüyü yapma özgürlüğü
% 48’i orman arazisi olan bir bölge için “Bunların orman dediği maki, maki!” diye yalan söyleme ve coğrafya dalında altın laleye aday olma özgürlüğü
Cephede çökebilme özgürlüğü
Memura 20 liralık “iyi niyetli hediye” verme özgürlüğü
Açlık sınırında yaşama özgürlüğü
           
            Bütün bu özgürlüklerden esinlenerek yazdığı senfoninin en çok kafa yorduğu bölümün senfonin afişi olduğunu söyleyen Şef RTE; afişin insanları bu senfoniyi dinlemeye davet edecek niteliği olması gerektiğini ifade etti. “Arkadaşlarımla özgürlük senfonisinin afişinin nasıl olacağı üzerine çok kafa patlattık, öyle bir simge bulmalıydık ki bütün bu görüşlerimizi temsil etmeliydi” diyen RTE yoğun çalışmaların sonunda akıllarına “Türban” imgesinin olduğu bir afiş geldiğini söyledi. Senfonide, afişin verdiği mesajı pekiştirmek amacıyla 10–12 yaşındaki kız çocuklarının kara çarşaflarla yaptığı bir gösteriye yer veriliyor. Çocukların böyle bir gösteride yer alıp almaması konusunda başlatılan özgürlük tartışmasıyla ilgili olarak "Yeni Anayasa ile birlikte bu soru işaretlerinin netliğe kavuşacağı düşüncesindeyim. Halkımızla bütünleşerek bu soruları netliğe kavuşturmanın da mücadelesini vereceğiz. Özgürlüklerin tanımını yapmak, bireysel açıklama noktasında değilim. Özgürlüklere olan inancım çok farklı. Yeni anayasayı hazırlayacağız, mecliste isteriz ki en geniş manada mutabakatla bunu çıkardığımız takdirde bu tür açıklamalara da yer kalmayacaktır" açıklamasını yapan şef RTE’in özgürlük tanımına ulaşmış oluyoruz. İçinde bulunduğu yaşın bilişsel gelişim düzeyine (somut işlem dönemi) bağlı olarak, dinin soyut kavramlarını anlamlandırma becerisi henüz gelişmemiş olan küçük kızların bile başörtüsü takmayı seçebilmelerini desteleyecek kadar ileri bir özgürlük anlayışı… “İşte” dedi şef RTE; Beyaz güvercin gibi klişe bir imge yerine başörtüsü gibi yaratıcı bir imgeyi özgürlük senfonimizin simgesi olarak belirlememizin gerekçesi…

            Picasso yaşam tarzıyla, düşüncesiyle, duygusuyla, değerleriyle kendini özgürleştiren bir imgeyi bütün dünyaya barışın imgesi olarak kabul ettirebildi. Bakalım şefimiz başörtüsünü “kendi özgürlük mücadelesinin” bir özgürlük simgesi olarak kabul ettirmeyi başarabilecek mi? Picasso ile şefimizin kıyaslanmasından rahatsız olanlar ABD’de yapılan dünyanın en güçlü insanı anketine bir göz gezdirsinler derim.

Gözlerinizi bir kapayıp hayal edin, lütfen! Onbinlerce beyaz güvercin bir meydanda oturdukları yerde hiç hareketsiz ama huzursuz… Bir ses, bir fişek, bir işaret bekliyorlar. Onları harekete geçiren bir ses değil, bir koku! Bozulmuş omlet kokusu… Hepsi birden havalanıyorlar. Kanat seslerini duyuyor musunuz? Hayalinizde görüntüyü yavaşlatın lütfen; etkisi artıyor. Hızlıca kanat çırpmaya başlıyorlar. Dört bir yandan uçarak kokunun peşine düşüyorlar. Koku giderek yoğunlaşıyor, güvercinler giderek beyazlaşıyor! Bir bina, nasıl kokuyor! İçerden sese dönüşmüş pis kokular yükseliyor, güvercinler etrafında dönüyor; “oturuma 10 dakika omlet arası veriyorum”… Güvercinler dönüyorlar, omlet için yumurtalar kırılıyor, güvercinler bakıyorlar… Bir yumurta diğerlerinden daha küçük, güvercin yumurtası! Yumurta kırılmayı bekliyor, güvercinlerin kanat sesleri artıyor… Biri küçük yumurtayı eline alıyor… Güvercinler dönüyor… İlk seferde kırılmıyor yumurta, birinin gözüne siyah plastik bir sopa çarpıyor; bu sefer kırılacak. Güvercinler bakıyor, siyah sopa ağar ağar iniyor, güvercinler dönüyor, sopa iniyor... Yumurtanın kırılıyor; kolu kanadı…  Güvercinler binaya doğru süzülmeye başlıyorlar. Bütün güvercinler aynı anda başlıyorlar; pislemeye… Güvercinler biliyorlar; kendi bokları birilerine piyango bileti aldırtacak ama gene de pisliyorlar… Var güçleriyle içlerini döküyorlar… Omlet yiyenler başlıyorlar dua etmeye; “Yarabbi buna da şükür”… Birkaç güvercin durup “Âmin!” diyecek oluyor, diğer güvercinlerin “zart, zurt”ları bastırıyor “Âmin”leri… 

“Kuzu”ların sessizliğini bozan yumurtaların kızılına saygılarla…

1 yorum: