5 Ocak 2011 Çarşamba

“Kurbanın Olurum”

Dilimizin güzel deyişlerinizden biridir; kurban olmak. Anneler çocuklarına söylerler. Çocukları için hayatlarını bile verebilirler. Bu deyişin dilimize yerleşmesi elbette tesadüf değil. Yaşadığımız topraklarda kurban etme ritüellerine oldukça sık rastlanılıyor. Bu ritüellerden en yaygın olanını, çok yakınlarda hep birlikte kutladık. Efsaneye göre bir babanın çocuğunun canını korumak için tanrıya sunduğu başka bir canın kabulü ile başlayan “kurban bayramı” belki de hepimizin canımızı korumak için tanrıya ettiğimiz duaları simgeliyor. Rüzgarın, depreminin, soğuğun, yağmurun, kuraklığın yaşamı sona erdirme ihtimalinin insan üzerinde yarattığı travma, insanı kurban rolü dışında başka bir rolü icat etmesine neden olmuş; Cellat. Hayatta kalmak için ne yapardınız? Başka birini sırtından hafifçe öne itip “benim yerime onu alın” demez miydiniz? Kurban rolünden cellât rolüne geçmenin ne kadar kolay olduğuna dair, bir bakışta onlarca örnek bulabilirsiniz. Arno Gruen “İçimizdeki Yabancı” isimli kitabında, çağımızın en büyün cellâdı sayılabilecek Hitler’i ele alarak bu iki rol arasındaki geçişi incelemeye çalışıyor. Ne oluyor, nasıl oluyor da başkalarının elinde bir kurban olarak büyüyen bir çocuk, kurbanlara destek vermek yerine cellât olmayı seçiyor? Kurban ve cellât dışında, kurban ritüelinde kurbana acıyan ve cellâda hak veren rollerine rastlayabilirsiniz. Bu ritüele karşı başkaldıranlar zaten kurban edilmekte oldukları için sıklıkla rastlanan roller arasında onları göremiyoruz. Cellât, insan olmaya ne kadar yabancılaşırsa yabancılaşmış olsun gene de birini kurban etmenin getirmiş olduğu acıdan, kaygıdan, utançtan kurtulmak için bir şey yapmalıdır. Cellâtların geliştirdiği ve işe yarayan bir yöntem vardır; rol değiştirmek. “Aslında onlar cellâtlar, bizde kurban! Bakmayın kafalarını kırdığımıza, gözlerini patlattığımıza biz yapmasak onlar neler yapacaktı kim bilir”

           
                Kurban ve cellâtla ilgili bu girişi son günlerde yaşanan öğrenci olaylarıyla ilişkilendireceğim. Lütfen, siz de bu kurban ritüelinde hangi role sahip olduğunuzun farkında olmaya çalışın! 

            Öğrenciler dayak yediler. Bildiğin dayak yediler. Tekme tokat, coplarla, saçları çekilerek, küfredilerek, dayak yediler. Üstüne üstlük gençler. Gerçi ilk değil, sürekli dayak yiyorlar ama bu sefer attıkları yumurtalar dikkatimizi çekmelerini sağladı. Başkaldırıyorlardı, başları eğik değildi. Utanacakları, başlarını öne eğecekleri bir suçları yoktu. Okuyabilmek için para vermek istemiyorlardı. Anayasanın 42. maddesinde belirtilen haklarına sahip çıkıyorlardı. Tartışmasız haklılardı. Dayak yediler.
            Devletin kolluk kuvvetleri anayasal haklarını savunmak ve korumak isteyen gençleri dövdüler. Suç işlediler. Suçluyu bile dövmenin suç olduğu demokratik bir ülkede suçsuzu dövdüler. Hayattaki son şanslarını kullanarak polis olmak zorunda kalan gariban çocuklarının kendilerini de ilgilendiren hakları savunan gençlere, gözleri dönen birer cani gibi vurarak cellâtlaşmalarının altında yatan sosyolojik gerçekleri inceleme işini sosyologlara bırakarak, belirli “kişi”lerin cellâtlaşma süreci üzerinden devam etmek ve psikoloji alanının sınırlarında kalmak istiyorum.

            Başbakanın dayak yiyen öğrencilerle ilgili herhangi bir insani tepki verdiğini duyan oldu mu? Aksine polisin davranışını haklı çıkartmayı denedi. Tarafını belli etti; cellâtlara ayrılmış özel locadaki yerinden elini kaldırdı ve dedi ki; “Bu tür adımlar atıldığı sürece polisimiz gerekli tavrı koyacaktır”. Öncelikle Bu tür adımlar diye ifade dilenin anayasal hakları savunma olduğunun altını çizmek istiyorum. Gerekli tavır olarak sunulan da dayak atmak oluyor. Oranlı orantısız tartışmasın girmeyeceğim. Vatandaş isterse yaşlı, isterse katil, isterse çocuk tecavüzcüsü olsun dövülemez. Yasalarla suç olarak tanımlanan davranışın yine yasalarca belirlenmiş bir cezası vardır. Annenin çocuğunu dövmesi nasıl suçsa, nasıl kabul edilemezse, devletin de vatandaşlarını dövmesi suçtur, kabul edilemez. Kabul etmek, ama demek cellâtların yanında yer almaktır, cellâtlaşmaktır. Polisinin arkasında duran Başbakanın yaptığı, cellât yanını bir kere daha göstermektir.

            Ne de olsa basında yer alan ağabeylerde bir zamanlar gençtiler ve kanları kaynıyordu. Aralarında dayak yemişler, tutuklanmışlar, kurban olmuşlar bile var. Gençlerin yediği dayaklar onların anılarını canlandırdı, içlerinde bir yerde kalan “insanı” tetikledi ve gençlere sahip çıktılar. O kadar çok yazıldı çizildi ki kendi acılarını unutmak için kurbanlara duyarsızlaşan toplumun içi sızlamaya başladı. Bu iç sızlamasının insanların kafalarını kaldırarak kendi gözlerinin içine bakmasına neden olacağını bilen cellât dedi ki;

“Birileri bizi tuzaklara çekmek istedi onlara aldanmadık. Birileri bizi tezgâha çekmeye yeltendi onlara aldanmadık. Kirli senaryolarda bize biçilen rolleri kabul etmedik. 60–70–80lerde bayat tahrikleri tekrarlamak istediler. 3–5 oy hırsı ile sokak eylemlerini teşvik eden illegal örgütlerin sırtını okşayarak fırsatçılarla beraber olmak bizim kitabımızda yok. Bugünde aldanmayacak, çirkin tahriklere gelmeyeceğiz. Biz iktidar olmak için her yolun mubah olduğunu kabul edenlerden değiliz”

            Bu ifadeler Başbakana ait. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin polisi, anayasal haklarına sahip çıkan Türkiye Cumhuriyetinin seçkin üniversitelerinde okuyan öğrencilerin ağzını burnunu kırdıktan sonra bu açıklamayı yapıyor. Sizce de absürt değil mi? Dayak yiyen öğrenciler tahriklere kapılmayacak olanlar Başbakanın “biz” dedikleri. Hangi tahrik? Öğrenciler “vur bana” diye tahrik mi ediyorlar? “Allahını seversen memur bey! Bir tane daha çak!” diyen öğrenci var da biz mi görmüyoruz! 60’lar, 70’ler, 80’ler diyerek gönderme yapılansa darbeler. Yani başbakan gözlerinin içine bakıp, o gözlerde “insan” arayanlara diyor ki; “Sevgili tabanım esas kurban biziz! Hatırlasanıza nasıl da çakmışlardı bizlere 60’larda, 70’lerde ve 80’lerde. Şimdi öğrencileri bizlere dövdürterek bizi tezgâha getirmeye çalışıyorlar. Ama yağma yooook! Gelmeyeceğiz o tezgâha. Darbecilerin gönderdiği parkalı çocukların dayak yemesine aldanmayın. Biz dövmezsek ne olur biliyor musunuz?”. Nasıl yani? Ne diyorsunuz? Bu söylediğiniz cümlelere kendiniz inanıyor musunuz? Madem böyle bir tezgâh var sen devletin en yetkili kişisi değil misin? Bul onları ve yargıla! Kime atıyorsun çamuru? Bu tezgâh sadece senin hayalinde mi var, biz niye görmüyoruz?
           
            Cellât diyor ki ben aslında kurbanım! Kurban olurum size! Kurbanla yer değiştirmeye çalışıyor. Gerçekten inanıyor musunuz? 70’lerdeki bu bayat tahriklerde de kurban olanlar o dönemin parkalı gençleri değil miydi? Başbakan diyor ki 70’lerde kurban bizdik o yüzden şimdi cellât oluyoruz. Ama o günün cellâtlarından da bugünün cellâtlarından da dayak yiyenler parkalı gençler!

Neresinden bakarsan bak absürt neresinden bakarsan bak yalan bir açıklama!

            Cellâda hak verenlerden miyiz?
Kurbana acıyanlardan mıyız?
Yoksa başkaldırıp kurban olmayı göze alabilir miyiz?

3 yorum:

  1. Yazdığın, düşündüğün, umursadığın, unutmadığın ve paylaştığın için teşekkürler. Bu olanlar ve bitirilmeye çalışılanlar 60 -70-80 lerde belki farklı boyut ve taraflardaydı. İnsanın insana zulmü olmasın gerekirse , mübahsa ya da günahsa hiç umurumuz olmamalı, başkaldırmalı...

    YanıtlaSil
  2. Kurban demişken Nihat Genç'in Destek Yayınları'ndan çıkan "Aşk Coğrafyasında KonuşmaLar" kitabından bir böLüm geLdi akLıma, aktarıyorum. "Hiçbirimizin annesi, babamıza aşık olurken, ‘bu, inşallah Çerkez’dir, Boşnak’tır’ demedi. Ancak hepimizin annesi ve babası, bir düğünde karşılaştıkları zaman, ‘seni yaratan ne güzel yaratmış, ben sana kurban olayım’ demiştir. Biz, Allah’ın yarattığı her insana evlenirken kurban olduk, çoluk çocuk kurban olduk. Bu topraklara da kurban olduk. Biz, şehirlerimizi böyle kurduk. Birliğimizin temelinde, bu aşk felsefesi, bu evliyalar ve bizi kardeş yapan bu türküler, bu halaylar, bu kemençeler yatıyor..."
    Bu metinde kurban'ı oLumLayan bir yan var. "Uğruna öLmek" anLamında aLıyorum ben. YaLnız biraz değiL epey bir abartıLı bir metin. Tipik edebiyat metinLeri... SözgeLimi, "Ancak hepimizin annesi ve babası, bir düğünde karşılaştıkları zaman, ‘seni yaratan ne güzel yaratmış, ben sana kurban olayım’ demiştir." böLümü fazLa zorLama oLmuş. Nihat Genç bunu istatistik bir veri oLarak biLemeyeceğine göre en ucuz deyimLe "edebiyat yapmış." HaLkın gerçekLiğinin en güzeL yansımaLarından biri türküLerdir. Bu türküLere bakın, hemen çoğunLuğu hüzün, ayrıLık, hasret, zuLüm, kavuşamama vb temaLar vardır. Neyse diyeceğim o ki bu kurban oLgusunu "kurban oLan haLkın kabuLLenişine" "öğreniLmiş çaresizLik" dersem çok mu iLeri gitmiş oLurum acep ? Bu konuda ne düşünüyorsun @cengiz... Ben fazLa mı uçuyorum acep ?
    Bir de bu zuLmü uyguLayanLarın karşısında oLanLarın "Kurban oLuşLarı" ve "Kurban ediLişLeri" var ki o başLı başına bir konu, girmeyeceğim.

    YanıtlaSil
  3. YıLmaz'ım kusura kaLma, bu yazıyı yazarken bir yandan da @cengiz isimLi bir arkadaşLa tLf görüşmesi yapıyordum. DaLgınLıkLa yazmışım. Oysa ben sadece denizde oLur sanıyordum daLga, affoLa... :))

    YanıtlaSil