21 Aralık 2006 Perşembe

Zaman zaman NTV'nin haber programlarının arkasında çalan bu müzik "Yüzüklerin Efendisi" filminin yanlış hatırlamıyorsam 3.'sü ile ün kazanmıştı ama ben onu ilk olarak Requiem For A Dream ( Düşe Ağıt) filminde dinlemiştim ki izlediğim filmler içerisinde her zaman en üst sıralarda yer alan bir film.. Filmin geriliminin sürekli olarak artmasında müziğinde büyük bir katkısı var. Keyifle dinleyiniz...

http://www.youtube.com/watch?v=Go_GB_KbczQ
Güzel ve çarpıcı bir filmin aynı güzellikte film müziği... Kendi beğendiklerimden bir demet...

http://www.youtube.com/watch?v=Les27Xcc6Ag&eurl=
Uygar kişi uyumsuz insandır.

İçine girdiği her toplumsal çerçeve, garip gelir ona - bunun alışmamakla pek ilgisi yoktur: çabuk alışır uygar kişi aslında; bu anlamda 'uyumlu'dur. Ama her seferinde, 'uyum' sağladıktan sonra bile - ya da en çok o zaman -, bu çerçeve - hatta o zaman daha da - garip gelir ona.

Küçücük şeylerde ortaya çıkıverir uyumsuzluğu. (Çok iyi bildiği yabancı dilde iki sesi biribirine karıştırıveri örneğin, ya da sözcüğün yazılışına bir harf ekleyiverir, bir harf çıkarıverir...)

Alışılmışa alışmayan insandır temelde uygar kişi - içinde bulunduğu toplumsal çerçeveye alışır alışmasına, ama alışmaya alışamaz bir türlü. Garipser durur...

O. A.

Katılıyor musunuz...
En çok sevdiğim şairlerden ve denemecilerden biri olan Oruç Aruoba'nın gene en çok sevdiğim şiirlerinden...

ÖZLEDİĞİN GİDİP GÖREMEDİĞİNDİR

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen

KENDİ OLARAK SANA GELEN
Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- -
O, işte...

Oruç Aruoba
Bir arkadaşımın şiiri ben çok beğendim...

Ellerinin yokuşlarında
yaralandı dizlerim.
Parmaklarının arasında
saklambaç oynayan
kadınlardan biriydim.
Bir şehri terk edene kadardı
oyunun kuralları.
Terk edişten önce
sobelendim.

Şeyda Orhon
"Benlik"
Artık burada senlik bi şey yok
bendeki senlik
sadece benlik...
Bir arkadaşımın kendi günlüğünde yazdığı bir yazıya cevap yazmıştım... Burada da olmasında bir sakınca yok bence...

Beklemek
Bence yapılan kişinin yaptığı eylem hiçbir zaman karşıdaki kişi odaklı olmamalıdır. Kastım bencil ya da benmerkezci bir bakış açısı değil elbet. Yaptığın işin sonucunda karşıdan gelecek ya da gelmeyecek tepkilerin referans alınmasını değil kendi duygu ve düşüncelerinin referans alınmasını kastediyorum. Beklemek ile ilgili yazının son kısmında belirtildiği gibi o geldiğinde ki tat hesap edilerek beklemek; karşıdaki kişinin gelmeme durumunda bir yıkıma neden olur. Bence eğer kişi bekleyecekse sadece beklemenin tadını yaşayarak beklemeli. Öyle tutkulu, öyle acıyla beklemeli. Ya gelirse diye beklemek, ya gelmezse sorusunu beraberinde getirir ki bu herhalde bütün organizmaları zorlar. Beklemek durağa giden bir yol olmamalı yani sonunda kavuşmak olmamalı, beklemenin kendisi durak olmalı… Birini beklemenin birini bekleyecek kadar arzulamanın tadı zaten başlı başına yetmeli ki özellikle doğu masallarının sonunda zaten beklenen beklentiyi karşılayamayacak kadar fanileşir, kavuşulsa bile…

Bir mesaj atıp o mesaja cevap beklemek… Bütün barajları yıkıp ona küçük bir dokunuş ve o dokunuşa vereceği cevabı beklemek. Nefes artışı, kalp çarpıntısı, geçmeyen vakit, elin hiç çalmayan telefona çaldı mı diye gidip gelmesi, gaipten telefon sesleri duymak, gecenin bir yarısı birden uyanmak, telefonu kontrol etmek, okuduğunu anlamamak, dinlediğini duymamak, sadece beklemek sadece beklemek… Gelmedikçe sinirlenmek, kendini sorgulamak, acaba demek, şu anda ne yapıyor ola ki demek, süre ilerledikçe karşılaşıldığında ya da geri döndüğünde ne denileceğinin hesabının yapılması, zaman aktıkça salak hayallere dalmak, “gerçekten bekleyenin” durduramayacağı davranışlar olsa gerek.

Ya gelmezse, ya gerçekten o seni hiç düşünmüyor ve çoktan unuttuysa, bekleyene bir önerin var mı? Olmalı bence… Sarılmada ki sıcaklık yetmeyebilir, o kişinin bir daha asla sarılamayacağı düşünülürse…

Bekleyen neyi bekler? Gerçekleşmesini istediği bi şey var demektir. Bir ihtiyacı, ümidi, isteği her neyse insana ait bi şeyler yani. Bizi insan yapan şeyler, fakat yaşama devam edebilmek için bazı savunma mekanizmalarını çalıştırmak zorundayız sanırım. Beklemenin tadını yaşamakta bu mekanizmalardan en güçlü ve güzel olanı bence… Altında şu mesaj yatıyor; gelmesen de yaşarım…
Bende biliyorum bunun yalan olduğunu. Beklemek hayatı dondurmaktır. Bir donuk imge olmakJ. Hareketli, içinde dramatik anı sonuna kadar barındıran bir donuk imge her izleyene, her bekleyene aynı şeyi yaşattıran bir donuk imge…

Daha uzun yazardım ama belki sonra…
Sevgiler

20 Aralık 2006 Çarşamba

Senin olmayanı/olamayanı sevmek
“… doğu masallarında anlatılan olgun aşktır aslında çünkü asla naif değildir…”
Aşk bir araç mı yoksa amaç mıdır?


Sevme eyleminin bilinç altında karmaşık süreçlerden oluştuğunu varsayıyoruz. Organizmanın bazı durumlarda kendi varlığını tehlikeye atmayı göze alabilecek kadar kendini adamasına, hatta bazen kendi varlığını hiçe sayacak sembiyotik ilişkiler kurmasına neden olacak kadar karışık bir davranışı tanımlamak ya da anlamlandırmak kolay olmasa gerek. Topu hemencecik üreme içgüdüsünün üzerine atmak da bu karmaşık süreci anlamlandırmak için yeterli olmayacaktır. Eğer karşı cinsle birlikte olma isteğinin altında yatan üreme içgüdüsü olsaydı üreme yeteneği olmayan bireylerin aşık olmaması gerekmez miydi. Binlerce yıllık öğrenilmişlikler ya da üremeye dayalı davranışların evrimleşmesi olarak görülebilir aşk, ama bizi bu kadar meşgul eden bir konuyu üreme içgüdüsüne bağlayıp çıkmak bilincimizin istemediği bir davranış olsa gerek ki “aşk” kavramını allayıp pullayıp, karmaşıklaştırıp sabahlara kadar sohbet konusu hale getiriyoruz.

Aşkı bu kadar karmaşıklaştıran nedir? Kişinin kendini bir başkasının üzerinden var edebilmesinin altında yatan duygu nedir, o iki kişi arasında kurulan karmaşık ilişki yapısının açıklaması nedir, neden bu iki organizma birleşerek yaşamayı tercih ediyor? Ayrı ayrı (ki burada kastedilen fiziksel ayrılık değildir) yaşamak neden insanları tatmin etmiyor? Karşımdaki benim olmasa gene de onu sevebilir miyim? Yoksa sadece bana ait olanı mı sevebilirim? Bu yazının tartıştığı noktalar olacaktır…

Aşkla ilgili yazılan onlarca makalenin büyük bir çoğunluğu erkek egemen bakışa göre yazılmıştır ki iki cinsin bu konuya bakış açılarının ne kadar farklı olduğu hepimizin yaşantılarından çıkartabileceği bir sonuç. Bu noktada “aşkı anlatmak için yazılan her yazı biraz eksiktir” önermesi, aşık olan bireyin tek başına eksik kalması kadar geçerli bir önerme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda aşk, tarih bilimiyle ilgili olarak öne sürülen suçlamalardan payını almaktadır. Tarih her zaman yanlıştır, yanlış yazılmıştır çünkü tarihte hep geriye bir taraf kalmıştır. Güçlü olan, güçsüz olanın bütün kültürel varlıklarını yıkıp geçmiştir. Güçsüzden geriye kalan varsa da güçlünün kültürel yapıları arasında kaybolup gitmiştir, cılız kalmıştır, kendini ifade edememiştir. Tarihin büyük bir oranda erkekler tarafından yazılmış olması bile tarih biliminin eksikliğidir. Aşkın tarihi de aynı şekilde erkekler tarafından yazılmıştır. “Romeo ve Juliet”, Romeo’nun bakış açısına göre yazılmıştır. Juliet’in olayları nasıl algıladığına dair hiçbir fikrimiz yoktur. Metin, Romeo’nun gözünden yazıldığı için yani bir erkek olan Shakspeare tarafından yazıldığı için bir kadına, Juliet’e ait olan sözler bir erkeğin duydukları, algıladıkları ya da duymak, algılamak istedikleridir. Bir erkeğin bilincinin süzgecinden geçerek bir kadının ağzına yerleştirilmiş cümlelerdir. Belki de edebiyat tarihinin en büyük aşk hikayelerinden birindeki kadın karakter olan Juliet, Romeo’nun yüksek tutkusundan boğulmuş ve yorulmuştur. Bunu yorumlama şansımız var ama tam olarak ortaya çıkartma şansımız yok sanırım. Aşk ile tarihin ortak noktası tek taraflı yazılmış olmalarıdır, farklılıkları ise tarihin güçlü, aşkınsa güçsüz tarafından yazılmış olmasıdır. Buraya dikkat! Aşk her zaman güçsüz bireyin daha yoğun yaşadığı bir yaşantıdır (Bu önermeye sorgulayan bir birey tarafından sorulması gereken soru şudur ki, o zaman neden güçlü olan birey böyle bir ilişkiye girme gereği görmektedir.Bu soru için düşünülen cevap, Arno Gruen’in “İçimizdeki Yabancı” kitabında savunduğu düşünceyle bağdaşmaktadır. Özetle yaşamak için dengeye, mutluluğa ihtiyacı olan çocuk, anne ve babasının onu sevdiğine inanmak zorundadır. Bu yüzden anne ve babasının onaylamadığı hatta kızdığı yanlarına karşı bir aşağılık duygusu geliştirir. Anne ve babası ile kendi davranışları arasına bir seçim yapar ve ayakta kalabilmek için anne ve babasını seçer, kendini aşağılar. Bu durumda da anne ve babası olan her bireyin içinde aşağılık duygusu vardır ki bu da her bireyin güçsüzlüğünün doğuş noktasıdır. Soruya cevap şudur ki güçlü birey yoktur. İlişki içerisinde yer alan, yer almaya gönüllü olan bireyler birbirleri üzerinden kendi eksik yanlarını tatmin etmektedirler. Kendinin güçlü olduğunu hissetmeye ihtiyacı olan birey, birlikte olduğu güçsüz kişiyle kendini kıyaslayarak kendini yüceltir ve karşıdakini aşağılar.) Hemen hemen toplumların bütün bireyleri karşı cinse karşı yüksek tutku ve şehveti içeren aşk duygusunu yaşamış ya da yaşamaktadır. Bireyler kendi pencerelerinin içinden sürece bakacakları için ilk akıllarına gelen “nasıl olurda bu kadara güçlü, yoğun ve iyi hissettiren bir duygunun güçsüzlük olduğu söylenebilir” ifadesine yakın bir ifade olacaktır. Yakın zamanda Amerika da yapılan bir araştırma, depresyonda olan 30 bireyle, aşık olan 30 bireyin hormonlarının verilerini karşılaştırmış ve büyük bir benzerlik olduğunu ortaya çıkartmıştır. Uzun yıllardır söylenegelen “aşk bir hastalıktır” önermesini, teorileştirebilecek bir bilgi. Bu durumda yapısalcı ekole göre, hiç düşünmeden aşık olan bireylerin hasta olduğunu söyleyebiliriz.

Marksist bilimsel bakış açısının en önemli dayanak noktası herhangi bir birey ,olgu ya da olayın içinde bulunduğu sosyal yapı içersinden ayrıştırılarak incelenemeyeceğini iddia etmesidir. Bu durumda da aşkı içinde bulunduğumuz sosyal yapıdan ayrıştırarak açıklayamayız. Bir Amerikalının aşkı deneyimlemesiyle, hala feodal yapıların içerisinde yaşayan bir uzak doğulunun deneyimlemesi bir olmayacaktır. Her ne kadar dünyanın büyük bir çoğunluğunda, hemen hemen her yerinde kapitalist sisteme uygun bireyler yetişiyor olsa da, günden güne azalmakla birlikte hala var olan kültürel farklılıklar bulunmaktadır ve bunlar aşk yaşantılarını farklılaştırmaktadırlar. Mahan Doğrusöz “Erotik Aşka Psikanalitik Bir Bakış Açısı” başlıklı makalesinde doğu ve batı masallarının aşkı yorumlama biçimlerinin farklılıklarına deyinmektedir ki bu farklı yorumlama biçimi doğrudan yaşantı kaynaklıdır. Adı geçen yazıda batı masallarında aşkın çocuksu bir imgelemle, erkekle-kadının çatışmasız birleşimi olarak ifade edildiği, aynı kavramın doğu masallarında ise bir arayış ve yıkım süreci olarak, daha gerçeğe yakın tasvir edildiği belirtilmektedir. Hiç mutlu bir aşk hikayesi var mı aklınızda? Yani bir erkekle kadının hiç acı çekmeden birleştikleri ve tarihin ya da bizlerin beyinlerinin kaydettiği bir aşk sözü edilen. Bir erkek ve bir kadın ilk gördükleri andan itibaren birbirlerine aşık oluyorlar, hiçbir sorunla karşılaşmıyorlar, ömür boyu pembe panjurlu bir evde istedikleri kadar çocuk yaparak ve de kendilerine yetecek kadar para kazanarak hayatlarına devam ediyorlar. Bu konunun film olduğunu düşünsenize! Herhalde hiçbir gişe başarısı elde edemez. Çatışma yok, dramatik anlar yok, gerilim yok, üçüncü kişiler yok… Saf mutluluk. Sıkıcı değil mi? Batı sanatında bu kişiler sonunda kavuşurlar ve çatışmayı doğuran genelde dış etmenlerdir ama doğu sanatı sanırım biraz daha içsel gerilim odaklı. Süreç odaklı, sonuç değil. Batıdaki sinema sanatının bazı örneklerinde seyircinin gerilimini arttırabilmek için sürekli olarak düğümler atılır ve seyirci gerilir. Bir süre sonra bu düğümlerin sayısının bir önemi kalmaz çünkü iyi bir seyirci şu duygu hemen yakalar ve gerilimini azaltır; nasıl olsa sonunda kavuşacaklar… Sanatın saf mutluluğu konu edinmemiş olmasını arz talep dengesi ilkesine göre inceleyecek olursak; saf mutlulukla ilgili sanat eserlerini alılmamak isteyen bireyler olmaması bu konuyla ilgili eserler yazılmamasına neden olmuştur diyebiliriz. Yani insanların ilgisini çeken mutluluk değil acıdır. Acı çekmek ya da açı çeken bireylerin yaşantıları “normal” insanlar tarafından “mutlu insanların hikayelerine oranla daha çok çekici bulunmaktadır.

“Mutluluk bütün insanların temel amacıdır”! Mutlu olmak, huzurlu olmak için arayıştadır birey. Sanırım doğru değil. Arayışın kendisi zaten bir mutsuzluk ifadesidir. Tatmin olunmadığının, eldekinin yeterli gelmediğinin üstü kapalı ya da daha kabul görür ifadesidir; arayış. Dengede olan, mutlu olan birey neden arayış içerisinde daha fazlasını istesin ya da farklısını. Mutlu olan birey elindekinin içinde kalmak ister, dışına çıkmak değil. Sanırım bu da durağanlığı ve ölmeyi beraberinde getirir. Yani organizmayı geliştiren mutluluk değil, mutsuzluk başka bir değişle çatışmadır. Tek hücreli organizmalar bir zorlukla, çatışma durumuyla karşılaşmış olmasalar iki hücreliler oluşmazlardı herhalde. Organizmanın temel amacı, arayışı çatışmaya yöneliktir. O zaman temel amacımız mutlu olmak değil, çatışmak, çatışmanın sonunda da gelişmek diyebiliriz. Bu durumda da aşk en gelişmiş organizma olan insana mutluluk verdiği için değil kişiyi bir çatışmanın içerisine sürüklediği için istenilen bir yaşantıdır diyebiliriz. Aşk bir araç mı yoksa amaç mıdır? Amacımız ne olursa olsun; mutluluğa ulaşmak ya da gelişmek( toplumsal yapıda daha tercih edilir bir birey olmak için, içimizdeki aşağılık kompleksini tatmin etmek için, hayatta kalabilmek için, yarına adını yazdırabilmek için, ölümü yenebilmek için gelişmek) aşk bir araç olmalıdır aslında. Temel amacın hayatında mutlu olmaktır ya da gelişmek ve bu yolda ilerlerken aşk bir araçtır aynı otomobil gibi, hızlandırır. Peki neden aşk hayatın içinde bir araç değil de amaç?

Aşk gerçekten de yüce bir duygu olsaydı o zaman aşık olunan “şeyi” kendimizin yapmak için çırpınıp durmazdık. Aşk gerçekten saf sevgi olsaydı kaynağı biz değil karşıdaki olurdu ki o zaman da aşk objesi bizim olsa da olmasa da “aşk” hissi devam eder ve kalıcı olurdu. Aşka biçilen ömür aslında karşıdakini bizleştirme sürecini ifade etmektedir. Karşıdakinin bize ait olduğunu hissettiğimiz an, karşıdakini değiştirip, istediğimiz gibi şekillendirip, bütün gizli noktalarına ulaştığımız an yaşanılan tükenmişlik duygusu “aşkın” sonunu işaret etmektedir. Tabi bu duyguyu hissedebilmek için yeterince güçlü olunması gerekmektedir. İki kişinin dövüştüğü bir arenadan ancak biri sağlam çıkabilir ya da savaş hiç bitmez, güçler denktir ki bu da tam anlamıyla hastalıklı bireyler oluşmasına neden olur. Bir şekilde arenadan çıkmayı başaran savaşı kazanır, çok yaralanan da çıksa o kazanmıştır. İçerde kalan boş yere kılıcını sallayıp durur. İçerde kalana geçmiş olsun.

Bize ait olmayanı sevebilir miyiz? Sosyal yaşamda sana ait olmayanı sevmek büyük bir onursuzluk ya da ahlaksızlık olarak karşılık bulmaktadır. Çünkü egemen ahlak anlayışı sahiplenmeyi, mülk ve mal edinmeyi yani tüketmeyi değerli kılmaktadır ve bunun içinde aşkın da, seksin de birer tüketim alanı olmasına ihtiyaç duymaktadır. Hem tüketimi dayalı hem de sahiplenmeye dayalı ahlak ( ya da ahlaksızlık) anlayışı bireylerin içersinde çatışmaya neden olmaktadır. Bir yandan sana ait olsun isteyeceksin (yalnız sana), bir yandan da başkalarını isteyeceksin, teoride tek eşli olmak övülecek, pratikte çok eşli olanlara methiyeler düzülecek. Ayrıca bu senaryoların hepsi erkeğe ayrı kadın ayrı uygulanacak. Kadın yaparsa “Orospu”, erkek yaparsa “Aslan” olacak.

Eğer bir kadın, birlikte olduğu erkeği başka erkeklerle aldatırsa, bu aldatma eyleminin “ayıbı” erkek tarafından da taşınmaktadır. Bir çocuğun işlediği suçun, örneğin kırdığı bir camın sorumluluğu komşular tarafından hemen anne-babalara yüklenir. Çocuk onlarındır yani onlara aittir. Birlikte olan çiftlerden birinin yaptığı yanlış ya da ahlaksız ya da “farklı(ahlaksız temelde toplumdan farklı olma durumudur)” davranışın sorumluluğun diğerine yüklenmesinin temel nedeni onların birbirlerine ait olarak, üst üste, yapışık olarak algılanmaları ya da kendilerini öyle ifade etmelidir. Eğer “ben”i tek başına anlamlandırabilsek ya da var edebilirsek, o zaman benliklerimiz dışarıdakilerin hatalarından, yaptıklarından ya da yapmadıklarından etkilenmez. Güçlü olmanın karşılığı da bu olsa gerek, kendini kendi başına var edebilmek Bu yazıdaki güçlülükten kavramıyla kastedilmek istenen, arabesk kültürdeki arayıp sormama iradesini gösterebilen, karşısındakine hayır diyen, ağlamayan kişi imgesi değildir.

Hayat çatışma, gerilim anlarının arka arkaya dizilmesi ve bu anların birinden birine doğru yol almaktan ibaretse eğer hayatı anlamlı kılan o yolda ilerlerken yaşanacaklardır. Varılan duraklar ( sanırım kişileri de durak olarak nitelendirebiliriz) yolun sağlamlığına bağlı olarak belirlenecektir. Yolunuz yol değilse duraklarınızda durak olmayacaktır. İyi bir ilişkinin özeti yoldaş olmaktır. Yoldaşlıktan kasıt aynı yolda ilerleyebilmek değildir. Daha da öte farklı yollarda da olsa iki kişinin ilerleyebilmesidir. Sevdiğiniz kişinin kendi yolu sizin kendi yolunuz yoksa ortada bir yanlışlık vardır. O yollar üst üste olmak zorunda olmamalı o sizin gibi düşünmek sorunda olmamıdır. Eğer sevdiğinizle aynı yolda yürüyorsanız ya da onun sizinle aynı yolda yürümesi için ısrar ediyor ve onu farklılıklarını kırmaya çalışıyorsanız durup bir düşünün onu mu yoksa üzerinde olduğunuz yolu mu hatta sadece kendi doğrularınızı mi seviyorsunuz. Yani onun yerinde, sizinle o yol üzerinde yürüyecek başka biri olsa onu sever misiniz? Yoksa sizinle aynı yolda yürümeyeceğine emin olduğunuz biriyle birlikte olma amacınız içinizdeki aşağılık duygularından dolayı kendinize zarar vermek mi?

…Oysa, erkek çocuğunun gelişimsel süreci, kız çocuğuna oranla son derece zorludur. Erkek çocuğunda, cinsiyet kimliğinin oluşumu iki aşamalı bir süreci içerir: anneden ve "içsel" olan kadınlıktan ayrışma/kopuş, ilk özdeşim figürü anneyi "olumsuzlama" ve babayla özdeşleşme. Kız çocuğunun devamlılık üzerine kurulu sürecine oranla, erkek çocuğu kopuş ve olumsuzlamayla başlayan ve yeni bir özdeşim süreciyle sonlanan ikili bir süreç yaşamak zorundadır. Bu sürecin zorluğunu anlamak için -sanırım- sadece çevremize bakmamız yeterlidir. Erkeklerde evrensel olarak gözlemlediğimiz dişiliğe/kadınlığa regrese olma/gerileme korkusu, dişil olanın aşağılanması/dışlanması, erkeklerin içsel dişil yanlarına karşı duydukları korku, kadınlar tarafından yutulma ve anneye gerileme korkularının kökenleri, bu gelişimsel sürecin zorluklarında yatar. Aslında bu zorlu gelişimsel süreç bütün misojin erkek kültürünün ve şişkin machismo kültürünün temellerini de açıklayacak güçtedir.
(Son paragrafı ben yazmadım ama çok etkili bir paragraf olduğunu düşünüyorum.)
Öylesine tek seferde yazılmış bir yazı düzeltimeye ihtiyacı var ama buyrun bi okuyun sizin düşüncelelerinizle daha bir renklerin belki...

Yazıları paylaşmak için dedim ama ilk paylaştığım bir resim oldu; Gustav Klimt, The Kiss. Sakıncası yoktur umarım...
Kendi yazdığım bazı yazıları ve başkalarına ait fakat beğendiğim yazıları ayrıca okuyan arkadaşların eğer yazmak isterlerse cevaplarını paylaşmak için böylesi bi sayfa...
Hemen hemen hergün bi şeyler yazmaya çalışacağım...
Okumak isteyenlere...
Sevgiler...