Dilimizin güzel deyişlerinizden biridir; kurban olmak. Anneler çocuklarına söylerler. Çocukları için hayatlarını bile verebilirler. Bu deyişin dilimize yerleşmesi elbette tesadüf değil. Yaşadığımız topraklarda kurban etme ritüellerine oldukça sık rastlanılıyor. Bu ritüellerden en yaygın olanını, çok yakınlarda hep birlikte kutladık. Efsaneye göre bir babanın çocuğunun canını korumak için tanrıya sunduğu başka bir canın kabulü ile başlayan “kurban bayramı” belki de hepimizin canımızı korumak için tanrıya ettiğimiz duaları simgeliyor. Rüzgarın, depreminin, soğuğun, yağmurun, kuraklığın yaşamı sona erdirme ihtimalinin insan üzerinde yarattığı travma, insanı kurban rolü dışında başka bir rolü icat etmesine neden olmuş; Cellat. Hayatta kalmak için ne yapardınız? Başka birini sırtından hafifçe öne itip “benim yerime onu alın” demez miydiniz? Kurban rolünden cellât rolüne geçmenin ne kadar kolay olduğuna dair, bir bakışta onlarca örnek bulabilirsiniz. Arno Gruen “İçimizdeki Yabancı” isimli kitabında, çağımızın en büyün cellâdı sayılabilecek Hitler’i ele alarak bu iki rol arasındaki geçişi incelemeye çalışıyor. Ne oluyor, nasıl oluyor da başkalarının elinde bir kurban olarak büyüyen bir çocuk, kurbanlara destek vermek yerine cellât olmayı seçiyor? Kurban ve cellât dışında, kurban ritüelinde kurbana acıyan ve cellâda hak veren rollerine rastlayabilirsiniz. Bu ritüele karşı başkaldıranlar zaten kurban edilmekte oldukları için sıklıkla rastlanan roller arasında onları göremiyoruz. Cellât, insan olmaya ne kadar yabancılaşırsa yabancılaşmış olsun gene de birini kurban etmenin getirmiş olduğu acıdan, kaygıdan, utançtan kurtulmak için bir şey yapmalıdır. Cellâtların geliştirdiği ve işe yarayan bir yöntem vardır; rol değiştirmek. “Aslında onlar cellâtlar, bizde kurban! Bakmayın kafalarını kırdığımıza, gözlerini patlattığımıza biz yapmasak onlar neler yapacaktı kim bilir”